Bu hafta ünlü İtalyan opera bestecisi Giacomo Puccini için bir yüzüncü yıl kutlaması daha yapıp önümüzdeki hafta tiyatroyla devam edelim diyorum. Ankara’da Puccini’li günlerin ardından, Atatürk Kültür Merkezi’nde, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin (İDOB), bir yıl önce prömiyeri yapılan La Boheme operasını seyretme şansım oldu. Her seferinde bilet bulmanın zor olmasına söyleniyor, salonların kalabalık olmasına ise çok mutlu oluyorum. İstanbul gibi büyük bir metropolün inat uğruna yıllarca opera salonsuz bırakılmış olmasını unutmadığımı, unutmama defterimin çok kalabalık olduğunu hatırlatıp konumuza dönüyorum.
Şu dünyada savaşsız bir ana denk gelen hayat bulmak neredeyse imkânsız. 1858’de doğan Puccini’nin de hayatına Birinci Dünya Savaşı denk gelmiş. Ve son dönem bestelerini bu savaşın hüküm sürdüğü tarihlerde yapmış. İtalyan operasının önemli temsilcilerinden, deha kabul edilen bir besteci.
İlk operaları çok ses getirmese de onu tanınır yapan operalardan biri bugün konuşacağımız 1986 yılında bestelediği La Boheme. Tosca, Madama Butterfly, Turandot ki bu eseri ölümünün ardından Franco Alfano tarafından tamamlanmış, dünyada en çok seslendirilen operaları arasında. Besteleri bunlarla sınırlı değil ama biz burada duralım.
Puccini, İtalyan operasının romantik dönemi ile gerçekçilik akımı arasında köprüdür.
Operalarını büyüleyici kılan melodileri, duygu yüklü temaları ve dramatik anlatımıdır. Akılda kalan aryalar onun hüneridir. Orkestra enstrümanlarını etkili bir şekilde kullanarak atmosfer yaratır ve dramatik anları güçlendirir. Özellikle, konuşacağımız La Boheme’de bunların tümünü hissetmek mümkün. Çoğunlukla kahramanlık hikayeleri, mitoloji, aşk gibi kaynaklardan beslenen operada Puccini gerçekçi temalar seçer ki bu akımın adı Verismo’dur.
Çağdaşı olan besteciler de gündelik hayattan insanların hikayelerini operalarına konu ederler. Carmen, Andrea Chenier, Pagliacci, Tosca, La Traviata gibi örnekleri çoğaltmak mümkün.
La Boheme’in hikayesini (libretto) Luigi Illica ile Giuseppe Giacosa’na birlikte yazmışlar.
Opera Paris’in Montmartre bölgesinde bir grup genç sanatçının aşk, yoksulluk, kayıplar ve hayallerle dolu yaşamlarını anlatıyor. Dikişçi bir kadın olan Mimi ile şair Rodolfo birbirlerine ilk görüşte âşık olurlar. Ama Rodolfo, onu kıskançlığından dolayı terk eder. Saklı gerçek ise Mimi’ye yoksulluğu nedeniyle iyi şartlar sunamayacağı düşüncesidir. Mimi çok ağır verem hastasıdır, ölümü de yakındır. Finalde, Mimi ölmeden önce, kısa bir an için tekrar bir araya gelirler. Bu hikâye nasıl sahneye konulduğunu merak edenler için yıllardır, dünyanın her yerinde sergilenmeye devam ediyor. Sahne sanatlarını büyülü kılan da tam olarak bu olsa gerek.
La Boheme operası, Türkiye’de ilk olarak Ankara’da 1948 yılında sahnelenmiş. Eser dört perde ama İDOB’si dekor değişimleri sırasında iki dakikalık perde kapatmaları ile operayı 4 sahne, iki perde olarak sunuyor. Benim dinlediğim sanatçıların performansı çok iyiydi.
Orkestra da işini layıkıyla yaptı. Solistlerin sahne hakimiyeti, birbirleriyle uyumu oldukça dozundaydı. Ayrıca operada görmeye alışkın olmadığım derecede teatrallik, hikâyeye inanmaları da seyircide karşılığını buldu. Rejisör, tercihini klasikten yana yapmış, çok da iyi etmiş.
İlk sahnede bir çatı katında, kış vakti, sanatçı arkadaşların bir arada olduğu odadayız. Çatı katındaki bu odada ahşap ve ölçülü sayıdaki eşyalar; yatak, masa, koltuk, soba, tuval gibi atmosfer hakkında yeteli bilgiyi veriyor. İlk akla gelenler yoksulluk ve soğuk. Camdan gelen ışık akşam olduğunun habercisi. Büyük bir sahnede dar alanın kullanımı etkili. Eser hikâyenin başladığı yerde sonlandığından, finalde çatı katına tekrar dönüyoruz.
Operanın ikinci sahnesi Paris sokakları. On dokuzuncu yüzyıl. Cafe Momus’un sandalyeleri ve sokak insanlarla dolu. Bohem yaşamın ruhunun gezindiği sokaklar. Bohem yaşam tarzı, özellikle 19 yüzyıl sanatçı ve entelektüellerinin sosyal normlara karşı çıkarak benimsediği bir yaşam şeklini temsil etmek üzere kullanılan bir terimdir. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra halk ve işçi hareketlerinin artması, 1830’da ve 1848’deki devrimler tüm Avrupa’yı etkisi altına alır. Özgürlük talepleri gücü elinde tutanlarca hoş karşılanmaz. Paris, Montmarte bölgesi bu karşı duruşun kalbidir. Sanatçılar, yazarlar, müzisyenler geleneksel olana karşı çıkar ve bireyin kendini özgür ifade etmesinin yollarını ararlar. Anti-materyalist, anti-burjuva duruşu olarak da anlam kazanır bohem yaşam. Yani bugün anlam kaymasına uğrayarak uçlarda yaşamayı seçen ama üretmekten yoksun insanların, alemci olmalarından çok başka bir yerdir bohem olmak. Bizim operamızdaki kahramanlarımız da o sanatçılar ve yakın çevreleri işte. La Boheme’i dönem kostümleriyle sahneyi dolduran korodan dinlemek çok keyifliydi. Puccini’nin çocuklar için yazdığı partisyonunda geleceğin olası sanatçılarını dinlemek de heyecan vericiydi.
İkinci perde özlediğimiz kar görüntüleriyle, sıkça gidilen barın kapısının komşuluğundaki açık alanda, itirafların dile geldiği, sevilen aryalarla görsel ve işitsel olarak ziyafetti. Fazlaca uzun olmayan bu sahnede hikâyenin başında atılan düğümler çözülmeye başladı. Son sahne ise oldukça hüzünlüydü.
Eseri sahneye koyan Evin Atik, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğünde Başrejisör. Oldukça tecrübeli bir sanatçı ve yönetici olan Evin, 2020 tarihinde İzmir DOB için La Boheme operasını aynı dekor ve kostümlerle sahneye koymuş. Temsiller iki şehirde de devam ediyor. Yani bu yazım sadece İstanbullu sanat severlerin değil İzmirli okurlarımızın da ilgisini bu açıdan çekecektir diye düşünüyorum.
Gene çok sayıda kastla (değişmeli sanatçılar diyelim), korosu, orkestrası ile emeği geçen tüm sanatçıları, teknik ekipleri, sahne arkasını alkışlıyorum. Seyir keyfi açısından seyircilerin birbirini sabote etmekten vaz geçeceği günleri hasretle bekliyorum. Mutlu pazarlar.
Not: Yazıda kullanılan görseller İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin resmi sitesinden temsil tanıtım sayfasından alınmıştır.